Soykırımları Anmak/Ortak Belleği Örmek
Soykırım ağır bir yıkım ve yok etme sürecidir. Bu süreci yaşamış toplumlardan geriye kalan insanlar, çok özgün yöntemler geliştirerek yaşama tutunmaya çalışırlar. Derin acıların girdabında atılan sessiz çığlıkları duyulmaz çoğunlukla… Çünkü onların çığlıkları da “tehcir” ve “tecrit” edilmiştir.
Ancak, “gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkma gibi bir huyu vardır.” Her çığlık kavramsal bir gerçektir!
Soykırıma uğramış toplumların yüreklerindeki sessiz çığlıklar;
Çerkezler’de / Tsitsekun,
Süryaniler’de / Sayfo,
Ermeniler’de / Meds Yeghern,
Rumlar’da / Genosid,
Dersimliler’de / Tertele,
Çingeneler’de/ Porajmos,
Yahudiler’de / Holocaust olarak kavramsallaştılar.
Bu kavramların her biri tarihsel, toplumsal bir çığlıktır. Mağdur toplumların çığlıklarının bu kavramlarla rafine edilmesidir…
Duyabilen ve anlayabilen her insan için bir tarih, bir kültür, bir coğrafya, bir inanç, bir dildir… Yani bu kavramların her biri, bir bellektir…
Ve bu kavramların her biri, “büyük insanlık”ın ortak suçu ve utancıdır!
Aynı zamanda her biri, dinlerin ve ulusların mezarlığıdır…
- Yüzyılın ilk soykırımlarını gerçekleştiren ve bunlarla asla yüzleşmek istemeyen ceberut bir devletin vatandaşı ve soykırımlarda suç ortağı olmuş Türkiye toplumunun bireyi olmanın ağır yükü altında ezildiğimi, küçüldüğümü ve kirlendiğimi hissediyorum. Biliyorum ki sessiz kalmak ve inkar etmek suça ortak olmaktır!..
Gerçekleri anlatmak ve suçları tanımlamak!..
Hukukçu Raphael Lemkin’in (1900-1959) sistemli çabasıyla 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” kabul edildi. Aynı zamanda bu sözleşme soykırımı uluslar arası bir suç olarak aşağıdaki gibi tanımladı.
Sözleşmede şöyle denildi: “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
(a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,
(b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi,
(c) Grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını değiştirmek,
(e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Şüphesiz her katliam büyük bir acı, yıkım ve yok oluştur. Ancak her katliam, yıkım ve sürgün bir soykırım değildir. Katliamlar ile soykırımlar benzer yanları olmakla birlikte hem politik hem de hukuksal olarak farklı kavramlardır. Dolayısıyla bunların anılması, hatırlanması ve hesaplaşması da farklı politikalar ve farklı yöntemlerle sürdürülmek durumundadır. Katliamlar genel olarak ülkelerin iç politika ve iç hukukunda, “suç” olarak karşılık bulurken, soykırımlar uluslar arası hukuk ve siyasette, “suç” olarak kabul edilmektedir…
İnsanlığa karşı soykırım suçu işleyen egemen güçler ve devletlerin suçunu kabul etmesi, samimi ikrarda bulunması ve yüzleşip özür dilemesi ancak büyük toplumsal mücadeleler sonrası mümkün olabilmektedir.
Aslında soykırım suçları sadece devletler tarafından işlenmemektedir. Aynı zamanda toplumların da (aktif katılarak, sessiz kalarak, inkar ederek…) suç ortağı olmaları nedeniyle “toplumsal yüzleşme”nin de önemini belirtmek gerekir.
BM soykırım tanımı ve hukuksal çerçevesi nedense genellikle 20.yüzyıl soykırımlarıyla sınırlandırılmaktadır. “Soykırımlar ulus devlet inşa döneminin sorunları” olmakla birlikte, bununla sınırlandırılması doğru değildir. Din veya herhangi bir ideoloji adına yapılan soykırımların varlığı da bilinmektedir. Soykırımlar insanlığa karşı işlenmiş suçlardır ve bunlarda zaman aşımı olmaz, olmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı devlet akılının katliamcı ve soykırımcı politikalarını sistemli biçimde sürdürmüş; suç işlemeye devam etmiştir. Elbette soykırımları sadece Osmanlı ve Türk devletiyle sınırlamak gerçekçi bir yaklaşım olamaz. ABD’den tutun Rusya’ya, Almanya’dan tutun Avusturalya’ya kadar dünyanın bütün egemenleri farklı etnik kimlikleri, inançları, dinleri, dilleri, kültürleri yok ederek haksız ve meşru olmayan egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Bunlardan bazıları;
TSİTSEKUN: Çerkez Soykırımı
Çerkezler 1864’de uğradıkları soykırımı, yok olan Ubıh dilindeki bir kavramla sembolleştirmekteler. Norveçli dilbilimci Hans Vogt’un hazırladığı, 1963 yılında basılan Ubıhça Sözlüğü’nde yer alan ve soykırımı en iyi ifade eden, “toplu katliam, kırım” anlamına gelmektedir.
1864’te Kafkaslar’ı ele geçirmek isteyen dönemin Çarlık Rusyası, halkların direnişiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine bölge halklarının evlerini yurtlarını yakarak, yıkarak zorla göç ettirilen yaklaşık iki milyon insanın önemli bir bölümü yollarda açlık hastalık, iklim şartları sonucu yaşamını yitirmiştir. Sağ kalanlar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sığınmıştır. Ancak burada da asimilasyona tabi tutularak Türkleştirilmişlerdir.
Anma Günü: 21 Mayıs.
21 Mayıs 1864 yılı Kafkas halklarının (Çerkez, Abhaz vb) Çarlık Rusya tarafından sürgüne gönderilmesinin başlangıç tarihi olması nedeniyle Kafkas halkları tarafından anma günü olarak kabul edilmektedir. 21 Mayıs Tsitsekun/Çerkez Soykırımı’nı anma günüdür.
SAYFO: Süryani Soykırımı
Süryani – Asurî – Arami – Keldani – Nasturi halkının yaşadıkları soykırımı Süryanice’de Kılıç anlamına gelen “Sayfo” olarak tanımladılar. Çünkü onlar tarih boyunca “kılıçtan geçirilerek” katledilmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu, egemenliğinde yaşayan Süryani nüfusunun üçte ikisini katlettiği tespit edilmektedir.
1914-1915 yıllarında önce Hakkâri bölgesinde, devamında Serhat, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Malatya ve Turabdin de Süryani-Asuri-Arami-Keldani halkından yaklaşık 300 bin insan katledildi, yüz binlercesi tehcir edildi. Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Süryaniler’in tarihi, kültürü, mülkleri, inancı, sembolleri tamamen yok edilmekle karşı karşıya bırakıldı.
1914 – 1924 yılları arasında dinleri Hristiyan olan Süryani/ Asuri, Ermeni, Pontus/Rum toplumlarına yönelik gerçekleştirilen soykırım aynı zihniyetle yapılmıştır: İslamlaştırma ve Türkleştirme…
Anma Günü: 15 Haziran.
Sayfo/ Süryani Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilmektedir.
MEDS YEGHERN: Ermeni Soykırımı.
Ermenice’de büyük acı, büyük felaket anlamına gelmektedir Meds Yeghern. Ama soykırım olarak kavramsallaştı.
Her ne kadar 1915 yılında gerçekleştirilen katliamlara soykırım denildiyse de aslında Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik katliam saldırıları 1890’lı yıllarda II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları ile başladı. 1895-96 yıllarında büyük katliamlar yapıl dı. 16.yüzyıldan itibaren uygulanan “İslah Programları”yla İslam olmayan toplumlara yönelik çeşitli baskılar ve mülkiyetin gasp edilmesi biçiminde süregeldi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, diğer Hristiyan topluluklar gibi Ermenileri tehcir ve katliamlarla yok etmeye başladı. Bu sürecin sonunda ölen Ermeniler’in sayısının 800.000 ile 1,5 milyon arasında olduğu birçok tarihçi tarafından kabul edilmektedir.
Meds Yeghern / Soykırım sürecinde sağlıklı erkek nüfus genellikle toptan öldürüldü ya da askere alınarak zorla çalıştırıldı ve sonra öldürüldü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise Suriye Çölü’ne sürülmek üzere ölüm yürüyüşüne çıkarıldı. Açlık, susuzluk ve hastalıktan ölenlerin yanı sıra, devletin organize ettiği veya desteklediği çeteler tarafından da soygun, tecavüz ve katliamlara maruz kaldı…
Anma Günü: 24 Nisan.
Osmanlı Devleti /İttihat ve Terakki hükümeti 250 Ermeni aydınını İstanbul’da gözaltına alarak Ankara’daki toplama kamplarına götürür ve orada çoğunluğunu öldürür. Bu nedenle 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı olarak kabul edilir. Ermeni toplumu ve soykırımı kabul eden devletler 24 Nisan’ı Meds Yeghern / Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul etmiştir.
GENOSİD: Pontus/Rum Soykırımı
19 Mayıs 1919 Cumhuriyeti kuracak kadroların, İttihat ve Terakki İktidarı’ndan soykırımcı politikaları ve iktidarı devraldığı tarihin başlangıcıdır. Pontus/Rum halkı 1914- 1918 İttihat ve Terakki iktidarı tarafından, 1918-1923 yılları arasında ve sonrasında da Kemalistler tarafından uygulanan politikalarla tarihsel yurtlarından sökülüp atıldılar.
İttihatçıların 1908’den itibaren Anadolu’yu, Kürdistan’ı, Lazistan’ı, Trakya’yı Türkleştirme ve İslamlaştırma politikaları vahşice uygulandı. Kemalistler ise 1919’dan itibaren aynı mirası devraldı ve sürdürdüler.
1914-1918 tarihleri arasındaki katliam ve tehcirde yaklaşık 353 bin Pontoslu/Rum, İttihatçılar tarafından katledildi. 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal’in emri ve işbirliğiyle çetelere (Topal Osman gibi), ordu kuvvetlerince evleri/yurtları yaktırıldı, sürüldü, katledildi, kültürel değerleri yağmalandı ve mülklerine el konuldu…
19 Mayıs 1919’da M. Kemal’in, Samsun Rumları’nı imha emrini vermesinden önce 153 bin kişi, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ise 200 bin kişi katledilmiştir.
Bu süreç boyunca yaklaşık 1 milyon 250 bin Rum “mübadele”yle yerlerinden sürüldü. Geride kalan Rumlar yoğun bir asimilasyon politikasıyla Türkleştirildi ve İslamlaştırıldı.
Anma Günü: 19 Mayıs.
Mustafa Kemal’in Samsun’a giderek Rum halkını yok eden Topal Osman vb çetelerle birleştiği, geride kalan Rumların yok edilmesi politikalarının uygulandığı tarihin başlangıcı olması nedeniyle, Rum/Pontus halkı bu günü “Genosid” Soykırım günü olarak kabul etmiştir.
TERTELE’38: Dersim Soykırımı
Tertele Kırmançki/ Zazaki dilinde soykırım demektir. Dersimliler deprem gibi ağır doğa olaylarına “zelzele”, kırım, soykırım gibi ağır toplumsal yıkımlara da “tertele” demektedirler…
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bakanlar Kurulu Dersim toplumuna yönelik “tedip ve tenkil harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı alır.
Ancak süreç çok önceden başlar. 1925 yılında hazırlanan “Şark Islahat Planı”, devamında düzenlenen “raporlar” ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”yla tamamlanan ırkçı ve dinci politikalar Tertele’nin politik, toplumsal ve hukuki zeminini hazırlamıştır.
Dersim toplumu Kızılbaş/Alevi inancı nedeniyle Hilafetçi Osmanlı Devleti tarafından İslamlaştırılmaya çalışılır. Bu nedenle yüz yıllar boyunca sistemli olarak katliamlara ve asimilasyona tabi tutulur.
Osmanlı’dan devralınan politikalar Cumhuriyet Hükümeti tarafından da devam ettirilir. Bu yeni dönemde İslamlaştırma politikalarına Türkleştirme de eklenir. Dersim’de yaşayan Kürtler’in, Kırmançlar/Zazalar’ın, Ermeniler’in Türk ve İslamlaştırılması merkezi bir devlet politikası olarak vahşice uygulanır.
4 Mayıs 1937 yılında uygulanmaya başlanan karar, 1938 yılında uçakların, ağır silahların, zehirli gazların kullanıldığı Dersim’de yaklaşık 35 bin ile 40 bin insan öldürülür, on binlerce insan ise sürgüne gönderilerek “zorunlu iskan”a tabi tutulur.
Anma Günü: 4 Mayıs.
4 Mayıs 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti Bakanlar Kurulu kararıyla Dersim toplumuna yönelik “Tedip ve Tenkil Harekatı”(cezalandırma ve yok etme) kararı aldığından Dersim toplumu 4 Mayıs’ı “Tertele’yi Anma Günü” olarak kabul etmiştir.
PORAJMOS: Çingene (Roman/Sinti) Soykırımı
1933 ile 1945 yılları arasında Nazi İktidarı’nın Almanya’da ve işgal ettiği ülkelerdeki Çingeneler’e/Romanlar’a/Sintiler’e uyguladığı soykırıma Çingeneler kendi dillerinde Porajmos demektedirler.
Porajmos veya Pharrajimos kelime anlamı olarak “yok etme ve yıkım” anlamına gelmektedir. Ayrıca Samudaripen kelimesi de toplu katliam anlamında kullanılmaktadır.
Alman Faşizmi’nin ari ırk yaratma iddiasıyla uyguladıkları politikalar diğer soykırımlarla benzer nitelik taşısa da uygulamada çok özgün yanları vardır.
Çingene/Romanlar’a yönelik soykırım Holokost’dan önce başlamış ve aynı dönemde devam etmiştir. Ari ırk yaratma fikri; hastalıklı, sakat ve aşağı ırklardan olup, Alman saflığını kirleten yabancı unsurların “temizlenmesi” üzerine kurgulanmış ve uygulanmıştır.
Hatta bunun için “Alman Kanını ve Onurunu Koruma Kanunu” çıkarılarak Çingenelerin Alman kanını nasıl bozdukları üzerine çalışmalar yapmışlardır.
1936 yılından itibaren Çingeneler’in/Romanlar’ın seçme hakları da tıpkı Yahudiler’e olduğu gibi ellerinden alındı. Alman İçişleri Bakanlığınca 5 Temmuz 1936’da “Çingenelerle mücadele” adıyla yayınlanan genelgeyle genel bir “Çingene taraması” yapılmaya başlandı. Devamında Çingene toplama kampları kuruldu.
Çingeneler ağırlıklı olarak Avusturya’daki Daçau, Sachsenhausen, Buchenwald, Lackenburg gibi toplama kamplarına konuldu. Savaş yıllarında değişik kamplardaki gaz odalarına gönderilerek öldürüldüler.
Ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya, Hırvatistan, Macaristan, Romanya da işgal sonrası Nazilerce çıkartılan kanunlar ve uygulamalarla “Çingene” nüfusunun önemli bölümünün mal ve mülklerine el konulduktan sonra toplama kamplarına gönderildiler.
Gerek Almanya ve Avusturya, gerekse Balkan ülkelerinden öldürülen Çingene/Roman/ Sinti sayısının 220.000 ila 800.000 arasında olduğu belirtilmektedir.
Anma Günü: 2 Ağustos.
2 Ağustos 1944 yılında Alman faşizmi Auschwitz kampında bir günde 3 bin Roman’ı katlettiği için Porajmos “Dünya Çingene Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü” olarak kabul edilmiştir.
HOLOCAUST: Yahudi Soykırımı
Yahudi toplumu kendi dillerinde (İbranice) yaşadıkları felakete “Shoa” dediler. Yunanca da holos “bütün” ve kaustos “ yanmış” demek. Alman faşizmi tarafından bütünüyle yanmış, yakılmış milyonlarca insanın uğradığı soykırım “Holocaust” olarak kavramlaştırıldı.
Yer yer “Nazi Soykırımı” veya “Yahudi Soykırımı” olarak tanımlanan bu felaket Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi‘nin yönettiği Almanya Devleti tarafından gerçekleştirildi.
Alman faşizmi ve Hitler işgal ettiği ülke sınırları içerisinde yaklaşık altı milyon Yahudi’yi (kaynaklara göre bu sayı değişir) sistemli bir politikayla öldürdüğü soykırımın adıdır, Holocaust.
Bazı bilim insanları, Çingene/Roman/Sinti kırımının da bu tanımla anılması gerektiğini savunsa da Holocaust esas olarak Yahudi Soykırımı’nı tanımlamak için kullanılmaktadır. Alman Faşizmi’nin (1939-45), başta Sovyet savaş esirleri, Polonyalılar, eşcinseller, özürlüler olmak üzere ortalama 10-11 milyon insanı öldürdüğü belirtilmektedir.
Avrupa’nın değişik ülkelerinde dokuz milyon Yahudi yaşamaktaydı. Holocaust’da bunların yaklaşık üçte ikisinin öldürüldüğü tespit edilmektedir. Öldürülen Yahudi çocuk sayısı bir milyondan fazla, öldürülen Yahudi kadın sayısı yaklaşık iki milyon, erkek sayısı ise yaklaşık üç milyon… Toplam 6 milyon Yahudi öldürüldü…
Elbette tüm soykırımlarda olduğu gibi Holocaust’da bir anda olmadı. Ekonomik, siyasi ve toplumsal süreçlerin adım adım hazırlanmasıyla gerçekleşti.
1935 yılında çıkarılan “Nürnberg Yasaları”yla (Türkiye’de 1925 yılında Şark Islahat planı ve 1935 yılında çıkarılan “Tunç-eli Kanunu”nu hatırlayın!) Yahudilerin yurttaşlık hakları ellerinden alındı. Yahudiler ve politik tutsaklar için hazırlanan çalışma kampları ve sonrasında gaz odaları…
Alman faşizminin işgal ettiği topraklarda 40.000 civarında “tesis” kuruldu. Yahudiler, muhalifler ve diğer kurbanların toplandığı, hapsedildiği, öldürüldüğü ve gaz odalarına gönderildiği tesislerdi.
Deyim yerindeyse Alman Devleti tam bir “Soykırım Devleti”ne, Alman Toplumu ise “Soykırım Toplumu”na dönüşerek büyük bir suç işledi…
Anma Günü: 27 Ocak.
Alman faşizminin en büyük toplama kamplarından biri olan Auschwitz’in Sovyetler Birliği askerleri tarafından kurtarıldığı tarih olan 27 Ocak 1945 Birleşmiş Milletler tarafından “Yahudi Soykırımı kurbanlarını Uluslararası Anma Günü” olarak kabul edilmiştir…
Ruanda Soykırımı
Ruanda’da Hutularla Tutsiler arasındaki tarihi anlaşmazlık eskiye dayanır. Ruanda, 1962’ye kadar Belçika’nın sömürgesiydi. Sömürgeci Belçika devleti 1890-1950 yılları arasında azınlıkta olan Tutsileri destekleyerek yönetimde tuttu. Hutular çoğunluk olmasına rağmen baskı ve haksızlıklara uğradı. 1950’den sonra yönetime gelen Hutular, yaşadıklarından Tutsileri sorumlu tuttular. İki toplum arasında 1990-1992 yıllarında iç savaş yaşandı.
6 Nisan 1994’te Hutulu devlet başkanın uçağının düşmesi yeni bir süreci başlattı. Hutular bunu gerekçe yaparak Tutsiler’e ve ılımlı Hutular’a yönelik sistemli şiddete başvurdular.
Ruanda Hükümeti Hutular’dan oluşuyordu ve soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmadığı gibi el altından soykırımcı grupları destekledi.
BM’nin 2500 kişilik askeri gücü olmasına rağmen soykırımı engellemedi, asker sayısını 240’a düşürerek sadece “gözlem”ledi. Soykırımdan 3 ay sonra yaklaşık 800 bin insan öldükten sonra, BM Barış Gücüyle soykırıma müdahale etti.
Soykırımda 1 milyona yakın insan öldürüldü. 300 bine yakın kadın tecavüze uğradı. Yaşları 14-21 arasında değişen 100 binden fazla çocuk ailesiz kaldı. 3 milyondan fazla insan yurtlarından göç etmeye zorlandı.
Kişiler yargılandı ve devletlerin suçu örtüldü. Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesi’nde Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu yargılandı ve 30 yıl ceza aldı. Jean-Paul Akeyesu soykırımdan suçlu bulundu. Birkaç isim dışında yargılamalar tam olarak gerçekleştirilemedi. Halkın vicdanında açılan yaraların dinmesi için üçten fazla insanı öldüren kişilerin halk mahkemelerinde yargılanmasına izin verildi.. Ancak bunlar hiçbir zaman gerçekleşmedi… Fransa ve Belçika’nın rölü tartışılmaya devam ediyor.
Anma Günü: 7 Nisan
Bosna/Srebrenitsa Soykırımı
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti 1945 yılında kuruldu. Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Bosna, Makedonya, Karadağ’dan oluşan 6 Cumhuriyet ve Kosova, Voyvodina’dan oluşan iki özerk bölgeden oluşmaktaydı.
Halklar ve kültürler arasında eşitlik ve karşılıklı saygı vardı.
Ancak sistemin kendini yenileyememesi ve kapitalizmin baskısıyla sistem sürdürülemedi. 4 Mayıs 1980 yılında Sosyalist Federal Cumhuriyetin lideri Josip Broz Tito yaşamını yitirdikten sonra; Doğu Avrupa’daki değişiklikler ve dağılmaların da etkisiyle sistem parçalandı ve kapitalizme teslim oldu… Sonrası malum… Çatışmalar, savaşlar, kırımlar, soykırımlar…
- yüzyılda Avrupa’nın merkezinde ve dünyanın gözleri önünde 1991-1995 Yugoslavya’da İç Savaşyaşandı. BM müdahale etti ve sözde güvenli bölgeler oluşturdu. General Ratko Mladiç komutasındaki “Sırp Cumhuriyeti Ordusu” “Sırp özel güvenlik güçleri olarak bilinen “Akrepler”in Srebrenitsa‘ya karşı giriştiği “Krivaya ’95 Harekâtı”nda resmi rakamlara göre en az 8.372 Boşnak öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi…Soykırımlarda gerçek rakamlar hiçbir zaman öğrenilemeyecektir…
Anma Günü: 11 Temmuz
BM‘nin en üst mahkemesi sayılan Lahey Uluslararası Adalet Divanı Srebrenitsa Soykırımı’nı Sırbistan Devleti’nin değil, devlet içindeki bazı odak ve kişilerin yaptığına karar vererek sadece dönemin bazı askeri görevlilerini yargılamış ve değişik hapis cezaları vermiştir. Mahkemenin devleti yargılamaktan kaçınması düşündürücüdür… BM ve bazı AB ülkelerinin bu süreçteki rolü hala tartışma konusudur.
Ezidi Soykırımı
Ezidiler Ortadoğu’nun kadim halklarından biridir. Etnik kimliklerine dair tartışmalar olsa da kendilerini “Kürt” olarak tanımlarlar ve dilleri de Kürtçedir.
Onları özgün kılan inançları ve yaşam felsefeleridir. Museviliğin, Hristiyanlığın ve İslam’ın doğup geliştiği bu coğrafyada Ezidi inancının çok daha eski olduğu söylenmektedir. Ezidilik bir doğa dini/inancı olmakla birlikte tanrısı, kurucusu ve kitabı olan bir dindir. Ezidilik’de Tanrı “yaratıcı”dır ancak “sürdürücü” değildir. Sürüdürücülük görevini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak görülen Melek Tavus yerine getirir.
Bu dinin kurucusu ve Peygamberi olarak kabul edilen kişi aslen Hakkârili olup Lübnan’a göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1072 yılında Baalbek’te doğan Şeyh Adi bin Musafir’dir.
Ezidiler’in iki kutsal kitabı vardır.
- Yüzyılda yazıldığı söylenen Meshaf Reş (Kara Kitap)
- Kitab el Celve ( Tanrısal İzahatlar)
Bugün Ezidiler Irak’ta, iki ayrı bölgede yaşamaktadırlar. Biri, Ezidilerin kutsal mekanı Laleş’in de içinde olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları içinde kalan Şeyhan Bölgesi, diğeri ise Musul’a bağlı Şengal Bölgesi. İnançlarından dolayı yüz yıllardır baskı altında olan Ezidiler için Şengal Dağı her daim bir sığınak olmuştur. Tarihlerinde birçok saldırı görmüş olan Ezidiler Şengal Dağına sığınarak varlıklarını sürdürmüşler.
Tarihleri boyunca inançları nedeniyle saldırılara uğradılar. Osmanlı’nın İslamlaştırma saldırıları hiç bitmedi. Haklarında 72 ferman çıkarıldı ve 72 kez katliama uğradılar.
73.fermanla anayurtları’ndan sökülüp atıldılar…
2011yılında Irak diktatörü Saddam’ın saldırıları nedeniyle 500 civarında Ezidi katledildi.
3 Ağustos 2014’te dünyanın gözü önünde islamist terör örgütü İŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyle Ezidi Halkı tam anlamıyla bir soykırıma uğradı. Yurtları yakıldı, yıkıldı. Tarihleri, kültürleri, inanç yerleri ve sembolleri yok edildi. Kadınlara, kızlara köle ve “cariye” olarak el konuldu. On binlerce Ezidi öldürüldü…
Anma Günü: 3 Ağustos
Bu soykırım 21. yüzyılda başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşların, devletlerin gözü önünde gerçekleşti. Ancak 2016 Haziran’ında BM İnsan Hakları Konseyi Ezidi halkına yönelik bu katliamı soykırım olarak kabul ve ilan etti.
Sonuç olarak;
Soykırımlar, mazlum ve mağdur insanlığın acısı, faillerin ve sessiz kalan insanlığın da utancıdır…!
Hangi etnik, inanç veya siyasi gruba uygulanırsa uygulansın soykırım bir insanlık suçudur. Başta soykırımlara ve katliamlara uğramış tüm toplumlar olmak üzere yaşanan acıları birlikte hissetmek, tutulmamış yasları birlikte tutmak, ortak bir gelecek için ortak bir bellek örmek insanlığın ödevidir.
Bu anlamda, soykırıma uğramış her halkın acısı ve yası aynı zamanda diğer halkların da acısı ve yasıdır. Bu acıları paylaşmak için; birlikte hatırlamak, birlikte yas tutmak, birlikte anmak ve birlikte mücadele etmek yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu ortak bilincin ve davranışın hem toplumsal yüzleşmenin gerçekleşmesine, hem de yaşanan travmaların iyileşmesine çok önemli katkısı olacağı görüşündeyim…
Temmuz 2019
Kazım Gündoğan
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/07/23/soykirimlari-anmak-ortak-bellegi-ormek/
İki Örnekle Avrupa’da ki Dilsel Azınlıkların Konumu; Zaza Dili İçin Bir Örneklem
Artık Zazacanın bir dil mi, lehçe mi olduğu konusuna değinmeye gerek olmadığı bilimsel bulgularla kanıtlanmıştır. 20. yüzyılın başlarından bu yana başta MANN ve HADANK (MANN/HADANK 1932) olmak üzere birçok bilim
adamı tarafından ıspatlanmış ve onaylanmıştır (GİPPERT 1996; GİPPERT 2007/08; MORGENSTİERNE 1958; SELCAN 1998; SCHMİTT 2000; TODD 1985; PAUL 1998 v.d.).
Yazının devamı için tıkla: Zaza Dili İçin Bir Örneklem
Kültür-sanat dünyamıza çağrı!
“Kültür dosdoğru yollar açar.”
Değerli kardeşler,
bilgi, inanç, ahlak, hukuk, gelenek ve bir toplumun üyesi olarak edindiğimiz her türlü yetenek ve alışkanlıkları içeren kültürümüzü üreten, besleyen ve geliştiren şair, müzisyen, edebiyatçı, ressam kısaca ‘kendi varlığı üzerine düşünen’ kardeşlerimiz;
Dersim Kongresi Örgütleme Kurulu olarak, özgün kültürümüzü bize miras bırakan, tez zaman kültür kurucuları, temsilcileri ve bugün aramızda olmayan Sey Qaji, Weliyê Wuşenê Yimami, Zarife Xatun ve Alişer Efendi, İvisê Sey Khali, Hesené Qaji, Firik Dede, Yılmaz Güney, Aşık Mahzuni Şerif, Davut Sulari, Ali Ekber Çiçek, Feyzullah Çınar… ve adını burada anamadığımız tarihi değerlerimizin hatırasına, sizleri 16-18 Kasım 2018 günü Almanya’nın Frankfurt şehrinde toplanacak Dersim Kongresi’ne davet ediyoruz. Bunu hiç birimizin siyasal eğilim ve pratik konumlanışını gözetmeden yaptığımızı ısrarla vurgulamak isteriz. Katkılarınız için daha şimdiden teşekkür ediyoruz.
Hep birlikte Dersimi yaşatmaya diyoruz.
30. Eylül 2018
Dersim Meclisi – Dersim Kongresi Örgütleme Komitesi
Dersim Meclisi’nden zorunlu açıklama
“Kam ke eslê xo yinkar keno, toz erzeno reça xo sono…”
Son yıllarda Alevilik hakkında yapılan tartışmalarda, kamuoyuna yönelik herhangi bir açıklaması olmamasına rağmen, Dersim Meclisi çok kasıtlı bir şekilde taraf olarak lanse ediliyor. Oysa Alevilik ekseninde yapılan tartışmalarda kuruluşundan bugüne Dersim Meclisi hiçbir zaman taraf olmadı. Bu durumunu her zaman da koruyacaktır.
Sey Rıza’nın “Evladê Kerbelayız”, Usenê Seyd’in “Na roza des u dı İmamuna”, Weliye Wuşene İmami’nin “Kamke a kora ma de mıreno raa Hz. İmam Uşeni de cae xo ceneto” söylemlerinde dile getirilen inanca saygılıyız.
Alevilik tartışmalarında taraf olmadığımızı tekrar vurgulamak istiyoruz. Dahası değişik içerik ve söylemlerde yürütülen tartışmaların Alevi kurumlarını yıprattığını, zayıflattığını düşünüyoruz. Alevi kurumları arasına nifak tohumları ekilmesini doğru bulmuyor, Alevi kurumlarını bölüp parçalamaya hizmet eden fikir ve söylemlere karşı azami hassasiyetin gösterilmesinin gerekliliğine inanıyoruz.
Biz tarihi Dersim coğrafyasına sahip çıkmak için yola çıktık. Tarihimizin, dilimizin, inancımız ve coğrafyamızın yok edilmesine itirazımız olduğu için birlikte yürüyoruz. Bu alanda itirazı olan her Dersimli ile birlikte yürüme çabamıza hep bağlı kalacağız.
Bugüne değin Dersim Meclisi’nin toplantıları, Dersimliler ve Dersim dostlarına açık yapılmıştır. Toplantılara katılan herkes söz hakkını kullanarak kendi görüşlerini dile getirmiştir. Bundan sonra da bu tutumuna bağlı kalacaktır.
24.09.2018
Dersim Meclisi – Yürütme Kurulu
Farklılıklarımız zenginliğimizdir…
Dersim Meclisi, farklı fikirlere sahip, yaşamlarının bugüne kadarki kesitinde değişik tecrübeler edinmiş Dersimlilerden oluşan gönüllü bir yapılanmadır. Bu yapılanmada biraraya gelmiş olmaları, bu kişilerin her konuda hem fikir oldukları, dünya görüşlerinden feragat ettikleri anlamına gelmez. Meclis ve Kongre çalışması, Dersim toplumunun karşı karşıya bulunduğu sorunlara cevap olabilme gayretinin bugünkü somut bir adımıdır. Bu çalışmaya yön veren proğramsal ve güncel sorunlara ilişkin düşünceler, bu çalışmaya katılanların oluşturdukları ortak müştereklerdir. Bunlar, daha önce Dersim Meclisi adına kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bunun dışında, kişinin konumu ve Dersim Meclisi ile ilişkisi ne olursa olsun, özellikle sosyal medya üzerinden yapılan açıklamalar veya yazılıp çizilenler bireylerin kendisini bağlar. Meclis çalışmasına katılmak da, bir süre sonra bu çalışmadan ayrılmak da tamamen bu çalışmaya katılan bireylerin tasarrufundadır.
Meclis yapısı içinde yer alsın ya da almasın her Dersimli, Dersim coğrafyasına ve toplumuna karşı vicdani bir sorumluluk hissetmek durumundadır. Her birey, kendisi dışındaki Dersimli kurumların ve bireylerin toplumsal çabalarını; bunlar arasındaki çelişkileri bu sorumluluk ölçüsünde değerlendirmeli ve buna göre tavır belirlemelidir. Dersim Meclisi ve Dersim Kongresi çalışmasını yürütenler, ayaklarımızın altındaki toprağın ateşe verildiği bir ortamda, farklı düşünce ve yaşam tarzına sahip Dersimlilerin en geniş eylemsel ve örgütsel birliğini sağlamayı amaç edinmişlerdir. „Zwingenberg Bildirgesi “, „Dersim Kongresi Sözleşme Taslağı“, „Dersim Meclisi’nin Dersimli Birey, Kurum, Kuruluş ve Örgütlerle İlişkisi Nedir, Nasıl Olmalı?“ gibi belgeler ve güncel toplumsal ve politik gelişmelerle ilgili yayımlanan bir çok açıklama bu birliğin düşünsel zeminini oluşturmakta, birlik seviyesini yansıtmaktadır. Bu birlik seviyesinin, bu çalışmada yer almayı kabul etmiş her bireyin önceliklerine cevap verememesi eşyanın tabiatı gereğidir. Sabah akşam sosyal medyada „Dersim Fikriyatı’nın“ ipotek sahibi rolünde kendisini övmek, ya da övdürmekle meşgul bazı Dersimlilerin bu gerçeği fırsat bilip, güç bela oluşturulmaya çalışılan birlik platformlarına saldırma hakkını kendilerinde görmeleri anlaşılır gibi değildir. Ne hikmetse bu arkadaşlar, Dersimlilerin kendi aralarındaki farklılıkları bir tarafa bırakıp birlikte birşeyler yapmaya niyetlendikleri zamanda sahneye çıkıyorlar, kendilerini ve kişisel önceliklerini dayatıp her iyi niyetli çabayı daha filiz vermeden sabote ediyorlar. Dersim Meclisi ve Dersim Kongresi somutunda yaptıkları da bundan farklı bir şey değildir. Meclis çalışanlarının, kudreti kendinden menkul dünyalarında kopardıkları fırtınalara karşı sessiz kalmalarını da „üstün akılları“yla uğraşılamayacağının kanıtı olarak sunmaya çalışıyorlar. Eyvallah. Biz, bunun takdirini kamuoyuna ve Dersim toplumunun vicdanına bırakıyorz. Dedikodunun, iftiranın, küfürün, ahlak dışı cinsiyetçi saldırıların ve toplumu zehirleyip birbirine düşüren düşmanca bir dilin hakim olduğu bu sahneyi gönüllü olarak bu şahıslara bırakıyoruz. Umarız hakettikleri sonuçları elde ederler.
Biz, öncelikli olarak, Dersim’in ekolojik yapısıyla birlikte nasıl korunacağı, yerleşim ve yaşam alanı olarak nasıl yeniden inşaa edileceği, Dersimlinin “toprağıyla buluşması ve kendisiyle yüzleşmesi”nin nasıl sağlanabileceği, bu sefer ki kopuşun/terkedişin geri dönüşünün ne tür projelerle mümkün olacağı gibi sorulara cevap olmakla meşgulüz. Şu anda Meclis ve Kongre çalışması dışında kalanlar da dahil, her Dersimli aydın bu sorulara cevap aramalıdır ve özgünlüğünü koruyarak bu çalışmaya katılmalıdır. Tarihi toplumsal hafızası sıfırlanmış, diline, inancına, kültürel değerlerine yabancılaştırılmış ve sosyo-demografik yapısı değiştirilmiş bir coğrafya durumuna getirilmiş bir Dersim, „Doğunun Paris’i“ olsa bile Dersimliye ne faydası olacak?
Mevcut olanın sınırlarını aşmak bir zorunluluktur!
Mıslet/Meclis oluşturma ve Kongre toplama çalışmaları Dersimliler için bir ilktir. Mevcut durumda kullanabileceğimiz dolaysız tarihi ve toplumsal bir tecrübemiz yoktur. Elbetteki başka toplumların benzeri tecrübelerine başvurulabilir. Fakat bu yapılırken, hem tecrübelerine baş vurulan toplumların, hem de kendi toplumumuzun özgün, tarihsel ve toplumsal dinamikleri hiç bir zaman gözardı edilmemelidir. Bir nevi el yordamıyla yol alıyoruz. Dinliyoruz, fikir beyan ediyoruz, tartışıyoruz; bazen birbirimizi de kırıyoruz. Fakat birey olarak kendimize dönebiliyor ve özümüzü dara çekebiliyoruz. Ancak bu şekilde her CANımızı kapsayabilecek ortak iradeyi bulabiliyoruz. Gelişmenin ancak çelişkilerle cebelleşme yoluyla olabileceğinin farkındayız. Dersim’in ve Dersimli toplumun içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve siyasal durumun, yani mevcut şartların her yönüyle aleyhimize olduğunun farkındayız. Ve yine mevcut olanın sınırlarını aşma cüretini gösteremeden, mevcut olanı dönüştürmek ve onun ilerisinde bir gelişme sağlamanın mümkün olmadığının da bilincindeyiz. Dersim Meclisi ve Dersim Kongresi çalışmaları, senaryosu önceden yazılmış; defalarca provası yapılmış bir sahne oyunu değildir. Dolayısıyla bu çalışmanın inişli çıkışlı olması, arzu edilmeyen adımların atılması, yanlışların yapılması gayet anlaşılır bir durumdur. Bu gerçek, sabahtan akşama kadar kendisini övmekle meşgul olan dostlarımızın, bir kaç meclis çalışanının muhtemel hatalarını da kullanarak, meclise ve kongre çalışmalarına karşı saldırı üzerine saldırı düzenlemelerinin sebebi olabilir mi? Haydi diyelim Dersim Meclisi sabote edildi ve Dersim Kongresi de engellendi. Bu arkadaşların eline ne geçecek?
Dersim Meclisi’inin Dersimlileri birarada tutabilme becerisini gösterebilmesi bu Dersimli „aydın“ları neden bu kadar rahatsız ediyor?
Her Dersimli Meclis ve Kongre çalışmasının öznesidir!
Bu çalışmadaki hiçbir bireyin kapasitesi ve tecrübesi yalnız başına bu kongre sürecine cevap olamayacaktır. Bunun için, irili ufaklı her katkının tarihsel önemi vardır. Hiçbirimizin Meclis ve Kongre çalışmasına en ufak bir katkı sunma arzusunu bile küçümseme, dikkate almama lüksü ve hakkı yoktur. Farklı politik yapılar ve geleneklerden gelip bu çalışmaya katılan Dersimliler, tarihlerinde ilk DERSİM KONGRESİ‘ni toplama iddiasındalar. İlk defa kendileri olarak bunu yapmaya çalışıyorlar. Herhangi bir parti adına değil, kendisi olmayan başka herhangi bir toplum adına değil, ilk defa DERSİM’İ VE DERSİMLİLERİ ÖNCELEYEN bir kongre amaçlanmaktadır. Dersimliler 37-38 Tertele’sinden sonra ilk defa kendileri için kapsamlı bir güç olarak ortaya çıkma cüretini gösteriyorlar. Böylesi hassas bir dönemde, bireysel ihtiraslar, megalomanik, narsist eğilimler, kişisel sürtüşmeler, politik ve bireysel hesaplar, sosyal-siyasal klik oluşturma girişimleri, bireyler ve toplumsal gruplar (aşiretler, inanç ve etnik gruplar, politik parti ve örgütler vb.) arasındaki çelişkileri kızıştırmak, bundan çıkar sağlama beklentisi içine girmek gibi tutumlar, kongre çalışmasının sabote edilmesi ve başarısızlığı için bulunmaz nimetlerdir. Umut ediyoruz ki, kongre çalışmasına katılmaya rıza göstermiş her birey, bütün önyargılarından arınmış, „sıradanlaşmış“ ve kelimenin tam anlamıyla derviş ruhunu kuşanmış bir vaziyette bu eşikten ayağını içeri atmış olsun. Dersimliler, bu süreçte ayrılıklarına değil, ortak noktalarına yoğunlaşmalıdır. Eleştiri kisvesi altında birbirlerini karalamaktan, linç etmekten vazgeçmeliler. Emin olun ki, dünya buna rağmen dönmeye devam edecektir…
Kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız
Dersim Meclisi, yeni bir toplumsal „BİZ“ olma bilincini oluşturmayı öncelikli görevleri arasında görür. Toplumumuzdaki iç kavgaların, bireysel ve grupsal düşmanlıkların, birbirini çekememezliğin, her önüne gelenin, toplumumuzun özellikle inanç değerlerini kullanarak kendisine toplum lideri payesi biçmesini, bu toplumsal aidiyet bilinci eksikliğiyle de ilgisinin olduğunu düşünüyoruz. Soykırımdan geçirilmiş, kimliğinin her ögesi tarumar edilmiş yaralı bir toplumun bireyleriyiz. Hemen hemen eli kalem tutan her Dersimli, toplumumuzun travmalı yapısına dikkat çeker. Dolayısıyla hiçbirimiz, kendimizi bu yaralı sosyo-piskolojik durumun dışında konumlandıramayız. Dersimlilerin birbirleriyle ilişki süreci ve tarzı aynı zamanda bu yaralarını tedavi süreci ve tarzı olmak zorundadır. Çünkü, toplumsal ve bireysel travmanın tespiti, aynı zamanda travmanın tedavi yollarını da içermek zorundadır. Bu yapılamıyorsa travmanın depreşmesi ve sonraki kuşaklara aktarılması kaçınılmaz olur.
Maalesef, Dersimliler bugüne kadar travmalarının teşhisi ve tedavisi için hekimi hep dışarıda aradılar. Buna hiçbir zaman inanmadılar. Oysa hastalığın teşhisini koyacak, tedavisini yapacak hekimin de kendileri olmak zorunda olduklarını kabullenmeliler. Bu anlamda Dersim Meclisi ve Dersim Kongresi, toplum olarak travmamızı tedavi etmenin ve tarih sahnesine „BİZ“ olarak çıkmanın araçlarıdır.
Bir daha belirtmekte fayda var:
Dersim Meclisi, yatay örgütlenme biçimini kendisine eksen almış olduğundan, emir-komuta ile hareket eden bir yapılanma değil. Bu yapılanma içinde her birey kendi fikrini özgürce ifade edebilme hakkına sahiptir. Önemli olan uslup ve seviyedir.
Biz farklılıklarımıza rağmen biraradayız, bunu önemsiyoruz.
15.08.2018
Dersim Meclisi – Yürütme Kurulu
DERSİM TOPLUMUNA AÇIKLAMAMIZDIR.
Bilimsel araştırmalar yapılmamış ve çözümler üretilmemiş tarihsel ve toplumsal konular-sorunlar hakkında konuşurken ölçülü olmak, tartışmaları yapıcı ve toplumsal iç barış dinamiklerini zedelemeden yürütmek gerekir.
Dersim konusu ve Dersimlilerin sorunlarını bu yaklaşımla ele alırsak çözüme katkı sunmuş oluruz. Bir sorunun çözümüne katkı sunamıyorsak yeni sorunlara neden olacak davranışlardan kaçınmak ahlaki bir tutumdur. Toptancı yaklaşımlar, negatif dil ve söylem, sıfatlandırmalar, yargılayan ve ötekileştiren bir tarzın hiçbir sorunun anlaşılmasına ve çözümüne katkı sunmadığını biliyor ve görüyoruz…
Dersimliler ağır tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal sorunları olan bir toplumdur. Böyle bir toplumun bireyleri olarak hiç şüphesiz ki bu ağır durumdan çeşitli biçimlerde etkilenmekteyiz.
Bu nedenlerle tarihsel sorunlarda olduğu gibi güncel sorunlar karşısın da çoğu zaman nesnel davranamayabilir, hatalar ve yanlışlar yapabiliriz. Öncelikle bu nesnel gerçekliği tespit etmekte yarar var. Zira düşünce dünyası parçalı, duygu dünyası yaralı, ağır süreçlerden geçmiş, acılar yaşamış bir toplumun çocuklarıyız.
Böyle olunca konular ve sorunlar genellikle analitik, yapıcı ve çözüm odaklı bir yöntemle değil, reaksiyonel ve ideolojik bir yöntemle ele alınmakta ve bu nedenle de çözümsüzlükle sonuçlanmaktadır. Bu tarz yaklaşımların çoğunlukla konuların anlaşılmasını ve sorunların çözümünü zorlaştırdığını söylemek ve kabul etmek durumundayız. Oysa kendi gerçekliğimizle yüzleşmeli ve serinkanlı çözümlere odaklanmalıyız…
Sorunlar doğru ele alınmadığı ve tartışılmadığı için herhangi bir konuya dair söylenenler hemen sertleşiyor ve toplumda derin ayrışmalara neden oluyor. Bu son derece endişe verici bir durumdur…
Bizler, Dersimlilerin parçalı ve kutuplaşmış bir toplum haline getirilmesinden üzüntü ve rahatsızlık duyuyoruz. Dersimlilerin birliğini ve ortak değerlerini yeniden inşa etmenin yaşamsal bir öneme sahip olduğuna inanıyoruz. Asimilasyona tabi tutulmuş dilleri, kültürleri ve inancının korunması ve geliştirilmesi için; göç, doğal tahribat, eğitim, ekonomik sorunları temelinde ortak bir akla ve mücadele birliğine ihtiyaç olduğunu ön görüyoruz. Ortak aklın ve ortak değerlerin oluşumu sürecinden rahatsız olan bazı çevreler sürekli olarak provokasyonlar yaratarak toplumu gerdiklerini; kutuplaşmayı daha da derinleştirdiklerini görüyoruz. Sosyal medya üzerinden yarattıkları kirlilikle Dersimlileri etnik ve inanç kimlikleri veya siyasi düşünceleri nedeniyle ötekileştirmekte, birbirine karşı kışkırtmakta olduklarını, adeta nefret suçu işlediklerine tanık olmaktayız. Yaptıkları her açıklama nefret, tahrik ve kirlilik üretmektedir. Bizler her koşulda ahlaki değerlerimizi, vicdan ve adalet duygumuzu koruyarak sorunları ele alacağız…
Bilinmesini isteriz ki; ürettikleri kirliliklerle Dersimlilerin düşün ve duygu dünyalarını zehirlemelerine, değerlerini kirletmelerine de tavırsız kalmayacağız…
Güncel bir durum olarak…
Dersim Mazgirt Belediyesi ve Muzaffer Oruçoğlu hakkında yapılan tartışmanın nasıl bir kirlilik, zehirlenme yarattığını ve nefret ürettiğini üzüntüyle takip ettik…
Mazgirt Belediyesi 3 yıl önce Muzaffer Oruçoğlu’nun ismini yetkisini kullanarak bir parka vermiş, Mazgirt halkının oylarıyla demokratik biçimde seçilmiş bir yerel yönetim ve Belediye Başkanı. Böyle bir kararı almaya hem hakkı, hem yetkisi var… Ama bireylerin, sivil toplum kurumlarının, siyasi veya mesleki örgütlerin ya da kamuoyunun itiraz, eleştiri ve karşı çıkma hakları da var… Bu da demokratik bir haktır ve demokrasi kültürü de böyle gelişir.
Dersim herhangi bir coğrafya, Dersimliler de herhangi bir toplum değildir. Tertele (Soykırım) yaşamış ve travmaları henüz tedavi edilememiş, yüzleşme süreçleri yaşanmamış toplumların özgünlükleri ve hassasiyetleri vardır. Başta yerel yönetimler olmak üzere Dersim’de düşünce üreten, siyaset yapan her kurum ve bireyin bunu bilince çıkarması ve toplumun hassasiyetlerini gözden uzak tutmaması da gereklidir.
Ne yazık ki; genel de olduğu gibi Dersim’de de yerel yönetimler çoğunlukla toplumsal ve kültürel dokuyu anlayarak ona uygun yerel-idari politikalar değil; siyasi grup çıkarlarını ön planda tutmaktadırlar. Oysa ki yerel yönetim politikasının asıl niteliği ve ekseni, grupsal siyaset değil, toplumsal siyaseti esas alan kültürel-tarihsel dokuya uygun politikalar üretmektir. Aksi durum sürekli sorun üretir. Bir grup/parti için iyi olan semboller, sonradan seçilecek olan başka siyasi grup/parti için iyi olmayabiliyor. O da kendisi için iyi olan sembolü tercih edebiliyor. Bu durum toplumun ortak belleğinin oluşmasına değil, parçalanması ve toplumun kutuplaşmasına neden olmaktadır.
Yerel yönetimlerin görevi sadece hizmet üretmek değildir. Toplumun tarihsel, toplumsal, kültürel değerlerini ve doğasını korumanın yanı sıra ortak bir toplumsal bilinç oluşturmaktır. Kültür sanat mekanları, yaşam alanları önemli birer hafıza mekanlarıdır. Buralarda ki hafıza sembolleri toplumun asgari ortak kültürel ve etik değerlerini yansıtabilmelidir.
Çağımız da ortak aklı, ortak etik değerleri, ortak hafızası ve ortak sembolleri olmayan toplumların toplum olma vasfı tartışılmaktadır.
Mazgirt Belediyesi yapılan eleştirilere yanıt verirken ilçede yaptıkları mekanlara verdikleri isimleri de açıklamış: “Dersim 38 Katliam Anıtı, Hüseyin Cevahir Gençlik ve Çocuk Parkı, Ahmet Arif Gençlik Parkı, Zarife Ana Kadın Kolektif Yaşam Evi, Cumartesi Anneleri Çeşmesi, Özgecan Aslan Parkı, Muzaffer Oruçoğlu Özgürlük ve Demokrasi Parkı ve Kütüphanesi, Nazım Hikmet Halk Kütüphanesi, Gezi Şehitliği; Berkin Elvan, İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş adına yapılan Gezi Şehitliği-Fidanlığı gibi…”
Bu tabloda ki isimleri tek başına tartışmak hakikati karartır ve bizi adalet duygusundan uzaklaştırır. Bu tabloda Dersim Tertelesi’nden 68 devrimci hareketine, 90’lı yılların gözaltında kaybedilenlerin anneleri olan Cumartesi Annelerine, Gezi Direnişin de yaşamını kaybedenler ve tecavüz cinayetlerinin sembol isimlerine kadar geniş bir yelpaze var. Bu isimler ezilen ve haksızlığa uğrayan ilerici insanlığın değerleridir. Bunu tartışmak Dersim toplumunu ilerici insanlık ailesinden uzaklaştırır ve çok geriye düşürür.
Bu tablo da eksiklikler var. Görüldüğü kadarıyla “yerel değerler” ikincil plana itilmiş, daha çok “evrensel değerler”e öncelik verilmiştir. Bu bir problem ve siyasi bir yanılgı olarak görünmektedir. Yerel değerleri evrensel değerlere feda etmek ciddi bir sorundur. Yerel halkların dilleri, kültürleri, inançlarına hak ettiği değeri vermemek aslında evrensel değerleri de doğru anlamamaktır. Yerel değerlerden kopmak köksüzlüğe, evrenselden değerlerden kopmak gericiliğe götürme risklerini taşımaktadır. Oysa yerel ile evrenselin ilerici değerlerini sentezleyerek demokratik, özgürlükçü bir sentez üretilebilir…
Bu anlamda yerel yönetimler/yöneticiler kendi toplumlarının ortak yerel değerlerini korumaya-yaşatmaya öncelik vermelidirler. Ama yerele de saplanıp sırtını evrensel değerlere dönmemelidir. Ancak bu ilişki doğru ve dengeli bir şekilde kurulamasa “mutlak yerelcilik” mikro milliyetçiliğe, “mutlak evrenselcilik” inkarcılık ve asimilasyona götürür…
21. yüzyılda Dersim toplumunu ilerici insanlık ailesinden koparıp sadece yerel değerlerle var etme çabası hem doğru değil, hem de sosyal yaşamda karşılığı olmayan bir çabadır… Elbette evrensel değerlerle ilişkisini kesip tamamen yerel değerlerle yaşamak isteyenler varsa onlara bir şey denilemez. Ancak bir toplum adına bu tür iddialarda bulunmak sınırları zorlamaktır. Tüm toplumlar gibi Dersim toplumu da homojen bir toplum değildir. Kimse kimseye kendi düşüncelerini dayatmadan barış içinde bir arada yaşamanın olanaklarını geliştirmeliyiz.
Mazgirt Belediyesi’ni (bu konuda Pülümür, Nazimiye, Pertek, Çemişgezek, Ovacık, Hozat belediyelerinde ki durum hakkında da bir değerlendirme yapma ihtiyacı vardır…) yerel değerlere yeterince önem vermediği konusunda eleştirebiliriz elbet. Bu öncelikli olarak Mazgirtlilerin, Dersimlilerin ve her demokrat insanın demokratik hakkıdır. Ya da verilen isimlere yönelik eleştirilerimiz de olabilir. Ancak demokratik haklarımızı kullanırken adalet, vicdan ve etik değerler konusunda azami hassasiyet göstermek durumundayız. Eleştiri adı altında insanları linç etmeyi, değerleri kirletmeyi kimse kendinde hak olarak görmemelidir. Gerçekliği bütünlüklü olarak kabul etmek ve eleştirimizi yapıcı, geliştirici, toplumu aydınlatıcı bir tarzda yapmanın ahlaki sorumluluğundan uzaklaşarak olmamalıdır.
Mazgirt Belediyesi’ni (tabi diğer belediyeleri de) yerel değerler konusunda ki eksikliklerini, umursamazlıklarını eleştirmek de bir haktır ve doğrudur da. Bu eleştirilerin karşılık bulmasını ümit ediyoruz. Görüldüğü gibi ötekileştirici, yargılayıcı, düşmanlaştırıcı bir dil ve tarz eksikliği gidermediği gibi Dersim toplumunu kutuplaştıran, parçalayan bir rol oynamaktadır. Öte yandan tüm yanlış yöntemlere rağmen bir “eleştiri” yapılmış ise onu dikkate almak, kimin yaptığıyla değil, doğru ve haklı olup olmadığıyla değerlendirmenin doğru olacağına inanıyoruz. Eleştiriyi doğru değerlendiren, tepkiyi yatıştıran, konuyu irade savaşına dönüştürüp “karşı saldırı”ya geçmeden de düşünceler açıklanabilir.
Mazgirt Belediyesi ve M. Oruçoğlu tartışmalarında bazı kurumlar adına yapılan açıklamalar da sorunu düşünsel ve mekansal zeminden uzaklaştırmakta ve yeni sorunların zemininin oluşmasına hizmet etmektedir. Her eleştiri yapanı “düşman” görmek, aşağılamak ve tehdit etmek hastalığının da demokrasi kültürü konusunda ne kadar sorunlu olduğumuzun bir kanıtıdır.
Hem andaki hem de geçmiş tartışma süreçlerinde Dersimli kadınlara yapılan cinsiyetçi saldırıları kınadığımızı özellikle vurgulamak istiyoruz. Kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, bu ataerkil mantalite, tarihi, toplumsal yaşam kültürümüze tezattır ve toplum vicdanını yaralamaktır.
Toplum adına söz söyleme hakkına sahip olduğunu düşünen tüm kurum, kuruluş ve bireyleri sorumluluğa, etik değerlere saygıya davet ediyoruz. Hiç kimse toplumu parçalama, düşmanlaştırma ve kendi çıkarları için zehirleme hakkını kendisinde görmemeli, bu hakkı kendinde görenlere de Dersim toplumu sessiz ve tavırsız kalmamalıdır.
Özgür, barış içinde yaşayan, demokratik bir Dersim’in, hepimizin hayali olduğunu biliyoruz…
Büyük bir aile olmalıyız, çünkü biz bir ailenin çocuklarıyız.
30.07.2018
DERSİM MECLİSİ YÜRÜTME KURULU
Tertele, hakikat ve yüzleşme…
Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Kazım Gündoğan
Tertele;
Dersimliler doğa felaketi/yıkımı olan depremi “zelzele”, yaşadıkları 1937/38 kırımını, yani toplumsal felaketi de “tertele” olarak tanımlarlar.
Tertele uzun süre kırım/katliam olarak tanımlanırken başta FDG (Avrupa Dersim Federasyonu) olmak üzere Dersim kurumları bu tanımlamayı soykırımla içeriklendirip “Tertele” olarak kavramsallaştırdılar. Tarihsel ve toplumsal olaylar, olgular gerçek içeriğiyle kavramsallaştırıldıkça düşünsel alan rafine edilir, zenginleşir ve nitelik kazanır.
Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Her toplumun yaşadığı özgün tarihsel ve toplumsal süreçler, olaylar vardır. Yıkım, yenilgi, kırım, soykırım, doğal felaketler gibi… Ya da demokrasi, eşitlik, özgürlük, devrim için direnenlerin zaferi gibi… Bunların her biri o toplumun düşün ve duygu dünyasında başka toplumlarda olmayan sadece o toplum için özgün bir yer aldığı gibi, tanımlaması da tamamen o toplum için özgünlük taşır.
Aleviler Osmanlı devletinin kendilerine yapılan katliamlara “kırım” dedi. Ermeni toplumu uzun süre 1915 soykırımına “büyük felaket”, “kırım”, “kesim” dedi. Hukukçu Lemkin özellikle 1915 Ermeni kırımını “soykırım” olarak kavramlaştırana kadar yaşanan felaketler farklı biçimlerde tanımlandı.
Yahudiler yaşadıkları felaketi (soykırım) kendi düşünce, duygu dünyaları ve dillerinde “Holokost” olarak tanımlayıp kavramsallaştırdılar…
Bu anlamda Dersimlilerin de 1937/38 kırımını/acılarını “Dersim Tertelesi” olarak kavramsallaştırması son derece önemlidir. Dersim soykırımının nedenleri ve sonuçlarıyla özgün olduğu gibi tanımlama ve kavramsallaştırmanın da özgün olması literatüre katkıdır aynı zamanda… Ayrıca kendi tarihlerini sahiplenişte ortak akıl ve duygunun oluşumuna güçlü bir zemin hazırladığı da söylenebilir. Her ne kadar tertele kavramı Türkiye düşün, kültür –sanat dünyasında henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, Dersim toplumunda önemli bir karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tertele kavramının düşün dünyasında henüz yeteri bir karşılık bulamamasının bazı temel nedenlerini belirtmekte yarar var.
Birincisi; Dersim Tertelesi ile bağlantılı olarak tertele kavramı, resmi ideoloji ve tarih tezinin etkisinde olan düşün dünyasına etkili ve sistemli bir tarzda taşınamıyor.
İkincisi; bu alanda pek çok çalışma; parçalı ve stratejik bir planlamadan yoksun olarak yapılıyor.
Üçüncüsü; tertele çalışmaları sürdüren kurum ve kuruluşlar bu kadar ağır tarihsel ve toplumsal bir meselenin etrafında bir araya gelip stratejik bir ortak akıl oluşturamıyor.
Dördüncüsü; tertele gibi ağır bir kavramın içeriği ve çalışmaların çerçevesi uluslararası standartlarda kavranamadığı için yapılan çalışmalar amatör ve yerel düzeyin ötesine taşınamıyor…
Beşincisi; Türkiye düşün dünyası esas olarak resmi ideolojinin tekçi zihniyetinden arınmadığı için tertele, soykırım, kırım, Büyük Felaket, holokost gibi hakikatleri yok sayan ve bu alanlardan uzak duran etik dışı bir tutumu barındırıyor…
Bunlara benzer daha başka nedenlerden ötürü Dersim Tertelesi henüz sadece Dersimlilerin sorunu olmaya devam ediyor. Oysa bu sorun öncelikle tertele/soykırımlara, kırımlara maruz kalmış Alevilerin, Kürtlerin, Kırmanç/Zazaların, Ermenilerin sorunudur. Aynı zamanda bu tertele/soykırıma sessiz kalmış, hatta onaylamış İslamcıların, Türkçülerin sorunudur. Öte yandan insanlığa karşı işlenmiş bir suç olması nedeniyle tüm insanlığın sorunudur…
Hakikat;
Dersim tarihsel, toplumsal bir hakikat olduğu gibi Dersim Tertelesi de bir hakikattir. Bu toplum esasta inanç ve etnik kimlikleri nedeniyle tertele yaşamıştır. Ancak bunu gerçekleştiren devlet “Dersim İsyanı” tanımlamasıyla hem terteleyi meşru göstermek istedi hem de bir suçluluk psikolojisi yaratarak toplumu sistemli olarak baskı altında tutmayı amaçladı.
Devletin ideolojik aygıtları ve organik aydınları da utanç verici bir seferberlikle bu hakikati yalanlarla örttüler.
Ancak hakikatlerin bir gün ortaya çıkma ve hesap sorma gibi bir huyunu/inatçılığını hesaba katmadılar. Nitekim Dersim hakikati de öyle oldu…
Dersim Tertelesi hakikati 72 yıl (2009 – 2010) sonra açığa çıktı ve kamusal alanda gündemleşti.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Böylelikle tertele mağduru Dersimlilerin yıllarca ağıtlarla çığlığa dönüştürdüğü, ancak kimsenin duymak ve anlamak istemediği tertele artık kamusal alanda konuşulur ve tartışılır oldu. Bu yaygın tartışma ve hakikatin gücü karşısında dönemin başbakanın “Dersim’de isyan olmamış, orada bir katliam olmuştur” biçiminde itirafta bulunmasına neden olmuştur.
Gerçekten de Dersim’de herhangi bir isyan olmamıştı. Tekçi, ırkçı Kemalist devlet Dersim Kızılbaşlarını İslamlaştırma, Dersim Kürt, Zaza, Ermenilerini Türkleştirme amaçlı 1925 yılından itibaren sistemli ve planlı politikalarla 1937/38 Tertelesi’ni gerçekleştirdi.
Bu alanda yapılan araştırmalar, belgesel filmler, sözlü tarih çalışmalarıyla tertelenin tüm verileri ortaya çıkarıldı ve görülebilir hale geldi.
1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2’nci maddesine göre soykırım etnik/ulusal veya inanç/dinsel bir grubun bütünün veya bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle uygulanan politikalarının her biridir.
- a) Grubun üyelerinin öldürülmesi,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi belgelerinde 13 bin 160 kişinin öldürüldüğü kabul edildi. Gerçek rakamı belirlemek olanaklı değil. Ancak gerçek sayının bunun en az üç katı olduğu söylenebilir
- b) Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da ruhsal hasar verilmesi,
Yapılan araştırmalar, belgesel film ve sözlü tarih çalışmalarıyla yaşanan bedensel ve ruhsal hasar/travma ve travmanın kuşaklar arası aktarımı belgelenmiş durumdadır.
- c) Grubun yaşam koşularının/alanlarının yok edilmesi,
Evler, köyler, ormanlar ve ekinlerin neden ve nasıl yakılacağı Jandarma Umum Komutanlığı’nın belgelerinde mevcuttur. Ayrıca yüzlerce tanık anlatımı da bunu doğrulamaktadır.
- d) Grubun çoğalmasını engelleyecek yöntemlerin uygulanması,
Toplumun köklerinden; kültürü, inancı, dilinden koparılması ve ailelerin parçalanması, birbirine ulaşamayacak şekilde sürgün edilerek “zorunlu iskân”a tabi tutulması hem devlet belgelerinde (14.000 civarında), hem de tanık anlatımlarıyla belgelenmiştir.
- e) Grubun çocuklarının zorla alınıp diğer gruplara verilmesi.
Özellikle kız çocuklarının ailelerinden zorla alınarak Türk ve Sünni ailelere verilerek İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi politikası Dersim’in Kayıp Kızları çalışmasıyla belgelenmiştir.
Bu belgeler ulaşılabilir durumdadır. Tüm parçalı duruş ve yöntemsel eksikliklere rağmen Dersimlilerin ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle Dersim Tertelesi bütün yönleriyle bilinir ve geniş kesimlerce kabul edilir oldu. Bu son derece önemli bir kazanımdır.
Hakikat ortaya çıkarıldı ve tablonun dehşeti görünür, bilinir oldu. Bu tertele travmasını yaşayan toplumu kısmen rahatlattı. Ancak iyileştirmedi. Şimdi iyileşme/iyileştirme sürecinin mücadelesini veriyor Dersimliler… Bu da hesaplaşma ve yüzleşmeyle mümkün olabilir.
Yüzleşme;
Soykırım denince ilk akla gelen devlet ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Osmanlı’da farklı din ve inançları İslamlaştırmak için sayısız katliamlar yapıldı. Bu katliamcı gelenek İttihat Terakki’de soykırım, Cumhuriyet’te tertele olarak devam ettirildi. Aynı katliamcı/soykırımcı devlet zihniyeti değişik biçimlerle devam ediyor…
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir.
İslamist-Türkçü bir devlet aygıtından yüzleşme beklemek elbette saflık olur. Faşist, despotik hiçbir devlet suçlarıyla yüzleşmez/yüzleşemez. Ancak halkların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi doğru ve etkili yöntemlerle sürdürülürse yüzleşmeye mecbur bırakabilir.
Başta Dersim Tertelesi olmak üzere Ermeni, Rum, Süryani soykırımlarıyla mücadele birbirinden ayrı ele alınamaz. Eğer 1914-1915 Rum, Süryani, Ermeni soykırımlarıyla yüzleşilebilseydi, Koçgiri, Zilan katliamları ve Dersim Tertelesi yaşanmayabilirdi. Eğer Dersim Tertelesi’yle yüzleşilebilseydi Maraş, Çorum, Sıvas, Gazi, Sur, Cizre, Ankara katliamları olmazdı…
Yüzleşmenin iki yanı var. Birincisi katliamı yapan devlet aygıtı ve zihniyetiyle hesaplaşmak ve yüzleşmek… İkincisi, bu katliamlara, soykırımlara göz yuman, hatta bundan etnik ve inanç kimliğinin inşası için çıkar gözetmenin yanı sıra maddi ve manevi çıkar elde ederek kendini var eden, objektif olarak soykırımcı zihniyeti destekleyen toplumsal kesimlerin de yüzleşmesi gerekir.
Soykırım/tertele travması sadece mağdurlarla sınırlı değildir. Failler ve sessiz kalarak failleri onaylayanlar da bir çeşit travma yaşar. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal travmayla karşı karşıyayız. Toplumsal travmanın iyileşmesi için bütün toplumsal kesimlerin kendi payına düşen suçlar ve sorumluluklar ile yüzleşmesidir. Ancak bu sayede bir iyileşme süreci ve demokratik bir toplumda barış içinde bir arada yaşanabilir…
Bunun için insanlığın başına bela olan dine ve ırka dayalı ideolojilerle hesaplaşmak, yeni travmaların yaşanmaması, neden oldukları travmaların iyileşmesi mücadelesi son derece güncel ve acil bir sorundur…
81’inci yılında Dersim Tertelesi mağdurlarının anısına saygıyla…
* Bu metinde yer alan fikirler yazarına aittir. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/05/04/tertele-hakikat-ve-yuzlesme/